Kimsenin Kaybedemeyeceği Bir Oyun !
Kimsenin Kaybedemeyeceği Bir Oyun !
- Altı aydır elime ilk kez raket alıyorum !
- Yemeği çok kaçırmışım !
- Bu toplar kötü.
- Ahh ah, keşke senin gibi 25 yaşında olsaydım ! Ayağım da çekiyor !
- Servis bu kadar önemli olmasaydı görürdün !
- Kalkta balığa çıkalım…Bakıyorum sadece çizgilerle oynuyorsun !
Kimsenin Kaybedemeyeceği Bir Oyun – Hayattaki en gerçek şeylerin ölüm ve vergiler olduğunu sanıyorsunuz değil mi? Tenis oyuncuları için bir tane daha var : mazeretler !
“Tenis bir kafa oyunudur” deyimi genellikle iki kulağınızın arasındakini ne kadar çalıştırdığınıza, ne kadar iyi konsantre olduğunuza, sinirinize ne kadar hakim olduğunuza, basit hataların üzerine ne kadar çabuk bir çizgi çekebildiğinize değinir.
Ama “kafa oyunu” maç bittiğinde sona ermez. Hele yitirdiğiniz bir maç sonrasında beyniniz daha bile fazla çalışır. Beyniniz başarısızlığı kabullenmelidir. Her türlü başarısızlığın tümüyle sizin omuzlarınıza yüklendiği tenis gibi bir ferdi sporda buna erişebilmek çok zordur. Kaybetmeyi daha da zor kılan ise bir tenis maçında şansın rolünün yok denecek kadar az olmasıdır. Kendi seviyenizde biriyle oynadığınızı düşünün. Her puanda “ace” atmadığı ve her çevirdği servisi çizgiye kondurmadığı sürece kendinizi suçlamanız abestir. “…Benden fazlasıyla iyiydi” demek sizi rahatlatmayacaktır. Yititrdiğiniz puan ya kısa düşen bir topunuzun neticesidir veya ona oyunu yönetmesi için yeterli zaman vermişsinizdir. Rakibiniz sizin için nasıl bir baskı oluşturuyorsa, teniste de her başarı veya kayıp ona eşdeğerdir.
Tenis oyuncuları kimsenin yardımına gereksinimi olmayan ve başarıyı ferdiyetçilikle değerlendiren meritokratlardır. Gerçek şu ki bir başarısızlığın sorumluluğunu üstlenebilmek ruhumuzda ilginçliklere yol açar. Bunların başında da başarısızlığa korkakça mazeretler bulmak gelir. Kendisine bir mazeret bulabilme çabaları bir oyuncuyu gerçeklerden, olumluluktan kısaca mantık çerçevesinden uzaklaştırır. Sosyal bir oyuncu olarak aşağıda buna dair başımdan geçen bazı tecrübelerimi aktaracağım.
- 4-5 değişik yörede çeşitli seviyelerde oyuncularla tenis oynadım. Her bir yörede sürekli birbiriyle karşılaşan yarım düzine erkek vardı. İki grubun içinde çok ilginç bir olguyla karşılaştım : Kimse diğerine kaybetmemişti !
Mike (bana hitapla): “Jeff’e karşı nasıl mıyım? Son 3 yıldır ona kaybettiğimi sanmıyorum.”
Jeff (bana hitapla): “Mike’a karşı hiçbir zaman zorlanmadım. Kolay çamaşır !”
Erkek tenisinin açıklanmamış kuralları maalesef çok geçerli bir neden olmadığı sürece aynı seviyede bir rakibe karşı tuş olduğunuzu kabullenmenize izin vermiyor. Ben “John beni haklı olarak yendi” diyerek bu kuralı kırmaya çalıştım. Ancak sonrasında kendimi işimde yetersiz olduğumdan kovulmuş biri gibi gördüm. Allahtan konuştuğum şahıs benim yerime bir mazeret buldu da rahatladım : “Ama bir süredir tenisten uzaktın değil mi?”
- Tanık olduğum en üzücü mazeret mi? Yirmilerime yaklaşırken kendimden on yaş daha büyük birini yenmiştim. Maçın neredeyse tamamını bir öfke seli içerisinde kaybedip elimi isteksizce sıkarken “son zamanlarda pek oynayamadım. Kayınvaldem ölüm döşeğinde olduğu için genellikle hastanedeydim.”
Zaferinizin tadını çıkarttırmamak için bir insanoğlu daha ne kadar aşağılıklaşabilir?
- İkinci servisini de ilki gibi düz (flat) atan biriyle oynuyordum. Servis bu yüzden fileye çarpıp öbür taraftan çift-hata olarak auta düşüyordu. Kaybettikten sonra sordu: “sence kaç servisim fileye çarpıp auta düştü?” Hiç yanıt vermedim zira zaten bir yanıt aramıyordu. Amacı “kötü şansını” vurgulamaktı. Halbuki bunun yerine iyi bir servis için saatlerce, günlerce çalışanlara dikkat etseydi daha iyi yapardı. Bunu ona söylemedim tabii.
Herkes gibi ben de sürüyle maç kaybettim. Ve herkes gibi ben de kaybetmekten zevk almıyorum. Sanki dolandırılmış hissediyorum. Rakibim tenis ve dünyanın işleyişi (!) hakkında benden fazla bir şey biliyorsa kendimi saftirik bir çocuk gibi görüyorum. Başarısızlıklarım için çocukken uydurduğum mazeretleri çoktan geri plana attım. Bu günlerde ise mazeretlerden sakınıyorum. Bu spor egonuz için zor olabilir. Ancak bunun bir de avantajı var: Tenis kortu başarısızlığı bir başınıza onurla sindirebilmeyi öğrenebileceğiniz sayılı yerlerden biridir.
Wimbledon Merkez Kortuna çıkarken sizi karşılayan kelimelerin Rudyard Kipling’in “Eğer” isimli şiirinden alınmış olması tesadüf değildir :
Eğer hem Zaferi hem de Felaketi göğüsleyebilir
Ve bu iki sahtekâra da eşit davranabilirsen;
Bu “Eğer” çok önemli ve içeriğindeki vasıflarla yaşayabilmek çok zor. Çoğu zaman şaşkınlık içerisinde tenisin bir insanı yukarıdaki vasıflardan nasıl yoksunlaştırabildiğini (yani zaferi ve felaketi göğüsleyebilmek ve ikisini de bir sahtekar olarak algılamak) gözlemliyoruz.
Sözlerimi son olarak garip bir örnekle bitirmek istiyorum. Bu şimdiye kadar tanık olduğum en yaratıcı mazeretlerden biri. Yıllar önce bir jünyor turnuvasında bir dostum kendinden yaşlı, daha iyi ve daha deli biriyle karşılaşıyordu. Rakip ilk sette servisini kaybedince ayağını tutarak hakiki bir korku içerisinde “galiba kırıldı” diyerek sıçraya sıçraya kenara gidip oturdu. Birkaç dakika sonra ise kalkarak maça devam etti ve seti aldı. İkinci sette dostum bayağı ileride iken rakibi bu kez gözlerini oğuşturmaya başladı. Sonra ileriye boş boş bakarak bağırdı: “Kör oldum!”
Ne olduğunu söylememe gerek var mı? Maçı kazandı.
Stephen Tignor
Tennis